Makaleler

Kan banyosunda yıkanmak ya da varılacak yere kan içinde varmak!

Uzunca bir süredir ülkemizde faşist bir ablukanın varlığından bahsetmiş ve bunun sadece Kürt illeriyle sınırlı olmadığına işaret etmiştik. Geçtiğimiz hafta yaşanan kimi gelişmeler, bu faşist ablukanın ne düzeyde seyrettiğine dair önemli veriler sunmuştur. Sözcülüğünü bizzat Cumhurbaşkanı R. T. Erdoğan’ın yaptığı bu faşist ablukanın son örneğini; Kürt illerindeki faşist teröre karşı “Bu Suça Ortak Olmayacağız” yaklaşımıyla bir bildiri kaleme alan akademisyenlere yönelik açıklamalarında ve hemen sonrasında ise yaşanan soruşturma ve gözaltılarda görmekteyiz.

Kürt illerinde yaşanan faşist ablukaya ve saldırılara karşı bir itiraz olarak tanımlayabileceğimiz bu bildiriye yönelik üniversite yönetimlerinden soruşturma açma yaklaşımı ve kimi üniversitelerin işten atma pratiği içine girmesi, ülkemizde üniversitelerin bilimin değil, devletin yanında olduğunu bir kez daha göstermiş durumdadır. Bugün Türkiye’de kurulu bulunan üniversiteler, faşizmin ideolojisinin üretildiği ve topluma empoze edildiği yerler olarak çalışmaktadır. Kimi üniversiteler de sivil faşist güçlerin akademisyenlere yönelik tehditleri de, meselenin sadece söylem düzeyinde değil, kuvveden fiile çıktığına işaret etmektedir. Bu açıdan faşist abluka artık sadece Kürt illerinde değil, bütün ülke sathında harekete geçirilmiş durumdadır.

Bildiriyle birlikte yaşananlar Kürt ulusal sorununa yaklaşım konusunda safları bir kez daha teyit etmiş durumdadır. Bir yanda başını AKP’nin çektiği ve ona destek açıklayan MHP’den, faşist mafya bozuntularına, Barolar Birliği başkanından, Perinçek çevresine kadar bütün ırkçı faşistler, diğer yanda Kürt hareketi ve ona desteğini açıklayan muhalif, ilerici ve devrimci çevreler bulunmaktadır. Saflar netleşmiş durumdadır ancak bu noktada bir konunun altını çizmeliyiz. Yaşanan süreç kimi çevreler tarafından “R. T. Erdoğan darbesi”, “Saray Cuntası” vb. olarak adlandırılmakta ve öyle propaganda edilmektedir. İlk bakışta bu yaklaşım, kitlelere somut hedef göstermesi anlamında anlaşılabilirdir. Ancak yaşanan sürecin ve uygulamaya konulan politikaların sadece R. T. Erdoğan’a ait olmadığı unutulmamalı ve bir devlet politikası olarak sürdürüldüğü gözden kaçırılmamalıdır. Bu yaklaşım aynı zamanda işlenen suçları R. T. Erdoğan’a yıkma ve bir bütün olarak TC’nin aklanması tehlikesini içinde barındırmaktadır.

Zaten tam da böyle olduğu için başka meselelerde kıyasıya bir dalaş içinde olan Türk hakim sınıfları, Kürt sorunu söz konusu olduğunda aynı safta kolaylıkla bulaşabilmektedirler. Türk hakim sınıflarının ve onların devletinin bütün kurumlarıyla Kürt hareketi ve onun yanında olan ilerici, devrimci hareketlere ve bildiri örneğinde olduğu gibi yapılan açıklamalara karşı aynı safta buluşabilmeleri; uygulanan faşist ablukanın ve saldırıların, tek bir kişinin iktidar hırsından öte topyekün uygulamaya konulan bir devlet politikası olduğu anlamına gelmektedir. Bildiriye gösterilen tepkinin ve ortaya çıkan saflaşmanın gösterdiği gerçek, ülkemizde faşizmin tek temsilcisinin R. T. Erdoğan olmadığı; düzenin bütün kurumlarıyla, Türk Kürt uluslarından çeşitli milliyet ve mezheplerden işçi sınıfı ve halkının en demokratik taleplerinin dillendirilmesinin, dayanışma içinde olmasının ve birlikte mücadelesinin karşısında olduğudur.

 

Faşizm ve demokrasi sorunu

Yaşanan faşist abluka ve saldırı ülkemizde bir faşizm ve demokrasi sorunu olduğu bir kez daha açığa çıkmış durumdadır. Günümüzde Kürt illerinde saldırının bu kadar boyutlu olması, Kürt hareketinin gücüyle olduğu kadar, Ortadoğu bölgesinde yaşanan gelişmelerle de ilgilidir. Türk hakim sınıflarının şu anda iktidarda olan kliğinin genel olarak Suriye ve özel olarak da Suriye Kürdistanı’nda uygulamaya koyduğu politikanın başarısızlığa uğraması beraberinde onları önlem almaya itmiştir. Buna paralel olarak HDP’nin barajı aşıp mecliste temsil edilmesi ve düzenin karşısında demokratik bir muhalefet odağı haline gelmiş olması hakim sınıfları kaygılandırmış durumdadır. Bu açıdan meseleyi bir bekaa sorunu olarak görmektedirler. Bu nedenle faşist rejim Kürt hareketinin dize getirilmesi, her türlü devrimci ve demokratik muhalefet odağının şiddetle ezilmesini hedeflemektedir. Bunun için her yol ve yöntem denenmektedir. Devlet gücünün bütün olanakları kullanılarak zafer kazanılmak istenmektedir.

İş o raddeye varmıştır ki, Türk hakim sınıfları “terörle mücadele” adı altında uygulamaya koydukları faşist abluka ve halka saldırıları meşrulaştırabilmek için Sultanahmet’te katliam yapan IŞİD bombacısına yol vermiş durumdadırlar. Katliam sonrasında yapılan açıklamalardan anlaşılan, TC’nin bir yandan deşifre olan IŞİD ilişkileri nedeniyle uluslararası alanda yeniden meşruluk kazanmaya çalıştığı, diğer yandan da ülke içinde başta Kürtler olmak üzere halka yönelik saldırıların ve işlenen suçların üzerini örtme çabası içinde olduklarını göstermektedir. TC devleti bir kez daha ülke içinde ve dışında işlediği/işleyeceği suçlar için, emperyalist efendilerinden icazet alabilmenin yolu olarak son derece kullanışlı olan bu “aracı”nı devreye sokmuştur. En azından saldırıyı engellemek için hiçbir şey yapmamış, saldırı sonrasında yapılan açıklamalardan da anlaşılacağı gibi, bu katliam bir kez daha halka saldırının gerekçesi olarak kullanılmaya çalışılmıştır.

Saldırı başta Kürt hareketi olmak üzere ülkedeki bütün devrimci ve demokratik odakların ezilmesini amaçlamaktadır. Nitekim sadece T. Kürdistanı değil, devrimci ve demokratik muhalefetin yoğun olarak bulunduğu Batı illerindeki çeşitli mahallelerde operasyonel amaçlı (sadece saldırı ve katliamla görevli) karakolların kurulacağı yönlü haberler basında yer almıştır. Bu haberlere göre önümüzdeki süreçte 29 il ve 129 ilçede, 190 noktada “kalıcı polis noktaları” kurulacağı ve halen 7 bin 800 olan polis özel harekât sayısının 19 bin 500’e çıkarılacağı ilan edilmiştir. “Yüksek güvenlikli mahalle karakolları” olarak tanımlanan bu faşist merkezlerde özel eğitimli polisler görev yapacağı da açıklanmış durumdadır. (11 Ocak, Basın) Diğer bir ifadeyle faşist ablukanın ve saldırganlığın sadece T. Kürdistanı’yla sınırlı kalmayacağı, örneğin İstanbul’da, Gazi, Sarıgazi vb. gibi muhalefetin etkin olduğu bölgelerde uygulamaya konulacağının planlandığı anlaşılmaktadır.

 

Saldırının kapsamı direnişi de büyütmektedir

Saldırının nedeni gerçekte faşizmin güçsüzlüğünden kaynaklıdır. Başta Kürt ulusunun kendi kendini yönetme ve özyönetim talepli mücadelesi olmak üzere, Türkiye halkının ilerici ve devrimci kesimlerinin bu mücadeleye destek vermesi, dayanışma içinde olması faşizmi panikletmiştir. Dolayısıyla mesele Cizre, Silopi, Sur vb. gibi yerlerdeki hendek savaşı olmaktan çıkmış; faşizmin Türkiye’deki tüm muhalif, devrimci ve demokrat kesimlere yönelik saldırısına dönüşmüştür. R. T. Erdoğan’ın savaş yerine barış ve çözüm isteyen akademisyenlere yönelik tehdidi bunu göstermektedir.

Devlet bu nedenle bir yandan Kürt illerinde katliamlarını sürdürmekte, diğer yandan havuz medyası aracılığıyla kara propagandanın her türlüsünü devreye sokup, yargısını harekete geçirmektedir. Bütün muhalif, ilerici devrimci güçler üzerinde faşist terör estirilmektedir.

Bununla yetinilmemekte ve faşist bir mafya müsveddesi çıkıp “oluk oluk kan akıtıp, kanlarınızla banyo yapacağım” tehdidinde bulunabilmektedir. Bu tür kişiliklerin iplerinin her zaman devletin elinde olduğu bilinirse, bizzat devlet eliyle yaratılan saldırının boyutu daha iyi anlaşılabilir.

Devletin ve bu türden asalak kişiliklerin unuttuğu ya da görmezden geldiği bir şey vardır. Başta Kürt halkı olmak üzere onunla dayanışma içinde olan herkes zaten uzunca bir süredir faşizm tarafından kan banyosuna maruz bırakılmış durumdadır. Faşizmin resmi güçlerinin yanında onun uzantılarının halka karşı gerçekleştirdiği katliamlarla yüzlerce insan katledilmiş durumdadır. Buna rağmen faşizm direnişi ve mücadeleyi geriletememiş, aksine kendisine olan kini ve öfkeyi daha da büyütmüş durumdadır. Nitekim bildiri sadece faşist saflarda biraraya gelmeye yol açmamış aynı zamanda muhalif, ilerici ve demokratik saflarında bir araya gelmesine ve dayanışmasına neden olmuştur. Birçok meslek grubu ve örgütlenme bildiriyi desteklediklerini açıklamış durumdadır. Faşizm katliamlarını sürdürdükçe, baskıyı ve tehditlerini arttırdıkça direnişi de büyütmektedir.

Yaşanan süreç ülkemizde devrim ve demokrasi mücadelesinin niteliğine ve nasıl verilmesi gerektiğine dairde bir fikir vermektedir. En küçük hak talebine ya da muhalif söyleme karşı gösterilen bu faşist terör beraberinde faşizme karşı anladığı dilden yanıt olmayı koşullamaktadır. Bu ise “varılacak yere kan içinde” varmayı daha başından göze almak demektir. Çünkü faşizme karşı “zafer artık hiçbir şeyi affetmeyecek kadar tırnakla sökülüp koparılacaktır.” (N. Hikmet, Zafere Dair, 1941, Sonbahar)

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu